14 Ekim 2009 Çarşamba

DÜNÜN “SAVE” İ, BUGÜNÜN “LOAD” I

DÜNÜN "KAYDET"İ, BUGÜNÜN "YENİDEN YÜKLE"Sİ
Bilgisayar kullanıcılarının vazgeçilmez iki kurtarıcı kelimesi. “save” ve “load”. Sanal dünyanın kusursuz işlemesini sağlayan iki önemli kelime. Save kendimizi garantiye alma tuşu, load ise “ohh, iyiki save etmişim” diyerek, yaptığımız hatayı ortadan kaldırarak, bizi en son save ettiğimiz noktaya döndüren tuş.
Doğada her canlının hatta cansız varlığın bir görevi vardır. Bütün doğa öğeleri birbirleriyle dolaylı ya da direk şekilde etkileşimde bulunur ve belirli işlevler gerçekleştirirler. Doğanın dengesi bozulmadığı sürece bu döngü kusursuz ilerler.
Bu döngüde başrolu insanlar oynar. Doğanın dengesini profesyonelce bozma ve en çok hata yapma kabiliyetine sahip tek canlı insandır. Halk arasında “ Allah insana akıl vermiş, aklı başında davransın diye” şeklinde bir cümle söylenir durur. Acaba aklımız olmasaydı, sadece içgüdüsel olarak üstümüze düşeni yapsaydık bu kadar hata yapar mıydık? Belki içgüdülerimize göre hareket etseydik yeni şeyler yaratamazdık, hep olduğumuz yerde kalırdık ama şundan eminim ki bu şekilde zarar boyutuna kadar bizi taşıyabilen hırslarımızdan, tutkularımızdan, arzu ve isteklerimizden uzak durarak dünyayı ve kendi hayatlarımızı daha yaşanılır bir hale getirebilirdik.
Yaşamımız boyunca, hatta bir gün içinde kaç kere “keşke” kelimesini kullandığınıza hiç dikkat ettiniz mi? Bu kelimeyi kullanmak için illaki bir zarar içinde bulunmamız gerekmez. Bir güzellik yaratmış olsak bile bir noktadan sonra devreye bilinç altındaki hırsımız girer ve daha güzeli için “keşke” deriz. Olumsuzluk içinde kullanılan “keşke”lerin sayısını hiç söylemiyorum bile.
Beynimizde bir “save”, bir de “load” tuşu olduğunu düşünsenize… Bu şekilde hatalarımızı görür; başa döner ve hiç zaiyatsız bir şekilde hayatımıza devam edebilirdik. Acaba bu dünya çok daha mükemmel bir dünya mı olurdu yoksa daha yaşanması zor bir hal mi alırdı? Belki biseysel olarak kendi standartlarımızı yükseltirdik ancak herkesin kendisi için en iyisini elde etmesi, diğer en iyinin peşinde koşanlar için zarara dönüşecektir.
Kendinizi bu olgunun içine koydunuzda ve sadece tek bir “load” hakkınız olsa siz hangi döneme geri dönmek isterdiniz? Hangi sorulara çözüm bulurdunuz? Hangi siyah beyaz hikayenizi renklendirirdiniz?

O ana geri dönebilseydim, o işi kabul ederdim ve şu anda çoktan müdürdüm.

O ana geri dönebilseydim, o sokaktan hiç geçmezdim ve böylece kendimi korumak için suç işlemek zorunda kalmazdım; şu anda özgür olurdum.

O ana geri dönebilseydim, ona gitme; ömür boyu yanımda kal diyebilirdim.

O ana geri dönebilseydim, şu anda arkadaşlarım gibi meslek sahibi olmuştum.

O ana geri dönebilseydim, arabamı sigortalatırdım.

O ana geri dönebilseydim, o sokağa hiç girmezdim ve yolda oyun oynayan kıza hiç çarpmamış olurdum.

O ana geri dönebilseydim, yurt dışına çalışmaya giderdim.

O ana geri dönebilseydim, evden çıkmadan önce tuvalete girerdim.
O ana geri dönebilseydim, bütün cesaretimi toplayıp; onunla tanışmak için yanına giderdim.

O ana geri dönebilseydim, annemle babamın nasihatlarını dinlerdim.

O ana geri dönebilseydim, o maddenin bağımlısı olmazdım.

O ana geri dönebilseydim, minibüse değil taksiye binerdim.

O ana geri dönebilseydim, onunla evlenmek yerine, birlikte yaşardım.

O ana geri dönebilseydim, asla ondan ayrılmazdım.

O ana geri dönebilseydim, ….. vs

Farklı kişilerin hiç bitmek bilmeyen, içinde resmen dile getirilmese de “keşke”lerin bulunduğu hikayeler. Sizin hikayeniz, “keşke”leriniz acaba hangisi? En mükemel şekilde yaşadığı düşünülen insanların bile bir adet “save” bir adet “load” a ihtiyaçları vardır; çünkü herkesin hayatında en az bir tane dönüm noktası vardır. Çünkü herkes mükemmel birer HİKAYEZEDE’ dir.
Benim “load” hakkım olsaydı 2003 yılına geri dönerdim.

(14/10/2009)

5 Ekim 2009 Pazartesi

KURUCU - OYUNCU - MAŞA

Geniş topraklar buralar. Tarih boyunca birçok milletin egemenliği altında bulunmuş, sıklıkla el değiştirmiş, birçok milletin de ele geçirmek uğrunda yok olma aşamasına geldiği topraklar. Bu uğurda oynanan oyunlar da, oyuncular da, başlar da maşalar da aynı. Tarih günümüzün ve geleceğin aynasıdır lafı sürekli olarak doğruluğunu kendiliğinden ispat ediyor. Oyunun hiçbir zaman değişmeyen oyuncularından biri Türkiye Cumhuriyeti. Gerek jeopolitik konumu, gerekse sahip olduğu bakir kaynaklardan ötürü Türkiye hep diğer devletler için karanlıkta parlayan ışık olmuştur ve ilgileri her zaman üstüne çekmiştir. Bu kadar güzel olanaklara sahip olması Türkiye için büyük avantaj olmasından çok dezavantaj halini almıştır.
Savaşlarda ki en avantajlı strateji, iki kutubu birbirine kırdırdıktan sonra üçüncü kutubun devreye girip iki güçsüzü yok etmesidir. Ne yazık ki Türkiye savaş hali dışındaki bütün zamanlarda bu oyunla mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Bu o kadar büyük bir oyunki, siz daha oyuncuları yok etmeden, gideceklerin yerine geçecekler çoktan belli olmuş oluyor.
Peki bu oyun nasıl oynanır? Oyun için üç oyuncu gerekmektedir. Bunlar kurucu, oyuncu ve maşadır. Parası ve gücü olan oyunun kurucusu olur.
Birinci Aşama (Oyuncuyla Kucaklaşma) : Kurucu öncelikle hedefi kucaklar; onu yüceltir; yakın ilgi gösterir; paraya boğar. Bunun yanında nerden ne koparsam kardır düşüncesiyle oyuncunun kendisini savunmasını sağlayacak silah ve ekipmanı satar. Tabii unutulmamalıdır ki bu silah ve ekipmanlar bir gün oyuncunun kurucuya karşı kullanılabileceği ihtimali göz önüne alınarak; bunu engelleyici şekilde tasarlanmıştır. Karşılıklı ilişkiler sağlamlaştırılır, bağlılık ve karşılıklı koruyuculuk sözleri verilir.
İkinci Aşama (Maşayla Kucaklaşma) : Kurucu kendine bir maşa seçer. Aynen oyuncuya yaptığı gibi onu kucaklar, güven verir; aradaki bağları güçlendirir. Maşa oyuncunun küçüğü olduğu için kurucu ona küçük kardeş muamelesi yapar ve her zaman onun arkasında olduğunu hissettirir. Kurucu maşayı gizliden gizliye kandırmaya başlar, maşanın oyuncudan uzaklaşarak kendisine yaklaşmasını sağlar. Arada maşanın ağzını sulandıracak vaatler verir. Bu vaatler maşayı daha da şevklendirir. Kurucu, oyuncunun maşaya çoktan vermiş olduğu sınırsız hak ve özgürlükleri unutturur ve bu hakları sanki kendisi verecekmiş gibi hal ve tavırlara bürünür. Hatta daha da ileri giderek oyuncunun sahip standart hak ve özgürlüklerden daha da fazlasını teklif eder. Bunun yanında hakların alınması için kahramanlık gerektiği, kahramanlık içinde silah ve ekipmanın satın alınması gerektiği yalanlarına inandırır. Bu kandırmaca uzun süre ve yapılanma sonunda amacına ulaşır.
Üçüncü Aşama (Oyuncuyla Maşayı Birbirine Kırdırma) : Kurucu doğru zamanı bekler; yapay sorunlar yaratır; bu sorunlardan yola çıkarak oyuncuyla maşayı karşı karşıya getirir. Aynı zamanda etrafa sahte barış mesajları veren ve uzlaşmanın gerekli olduğunu bağıran kurucu sözel görevini yerine getirir ve eylemsel görevine geçer. Yapay sorunları gerçeğe dönüştürür, yaptığı birkaç eylemle harareti arttır ve bu hararet istediği seviyeye gelince işin en keyifli kısmına geçer. Kenara çekilir ve filmi izlemeye başlar.
Bu oyun herkesin bildiği ve kınadığı ancak her seferinde de içine düştüğü bir oyun. Oyun ne kadar uzun sürerse kurucu o kadar çok kazanır. O kadar çok silah satılır, o kadar çok sömürge elde edinilir, o kadar çok oyuncu üretimi ve kalkınması durdurulur ve o kadar çok kaynak ele geçirilir. Maşalara gelince… Bu güne kadar bütün maşalar vaat edilenleri elde edemediği gibi daha önceden sahip oldukları eşit hak ve özgürlüklerinden de oldular.
Bu çağın oyunu Türkiye Cumhuriyeti ve PKK kavgası. Bir ayaklanmanın amaca ulaşması için maksimum sene 5 yıldır. 30 sene zaten amacın yok olduğunun ispatıdır. Bu süre içinde izledikleri yanlış yola inanan bireyler çoktan yollarından sapmış kendi mutlu olacakları yolları çizmeye başlamışlardır. Maşa olanlar kedilerine maşa seçer hale gelmişlerdir. İlk olarak Kürt hak ve özgürlüğü yalanıyla ortaya çıkan örgütün bu günkü mensuplarının yarısından çoğu Ermeni, Rus ve Rumlar dan oluşmaktadır. Yani Kurtuluş Savaşında karşımıza çıkan ve diğer maşalar olarak adlandırabileceğimiz çeteci kadro. Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve TC nüfus cüzdanı taşıyan her birey bugüne kadar eşit haklara sahip olduğu gibi yarında eşit haklara sahip olacaktır. Ortada ki sorulacak hesap, uydurma sebepler öne çıkarılarak ekmek yenilen vatandan değil; o ekmeği maşanın elinden alan dış güçlerden sorulmalıdır.
Yıllar öncesinde tarım cenneti olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi toprakları bugün üretim kıtlığıyla karşı karşıyadır. Tarım ihracatı yapan ülkemiz dış ülkelerin buğdayına bile muhtaç hale getirilmiştir. Tarım ve hayvancılık yine dış güçlerin gerçekleştirdiği siyasi oyunlarla bu hale gelmiş, o bölgedeki iş gücü ve kazancın yok edilmesi hedeflenmiştir. Bugün yine o bölgede tarım canladırılmaya çalışılmaktadır. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından değil, iş yapma karşılığı İsrail tarafından. Yaklaşık 50 sene kadar…
Bu vatan toprakları üzerinde yaşayan herkes aklını başına toplamalı, soytarılık ve ihanet peşinde koşacağına ve biran önce Türkiye Cumhuriyetini yaklaşık 50 sene kadar İsrail topraklarından tarım yapacak seviyeye getirmeli; Orta Asya’ dan Anadolu’ ya kadar uzanan köklü tarihimizde olduğu gibi oyuncu veya maşa değil; icap ederse kurucu olmalı.

(25/05/2009)

ÖNCE KENDİ ARKAMIZI KURTARALIM

Ayşe her sabah olduğu gibi pazar günüde erkenden uyandı. Evdekilerin biraz daha uyumaları için sessiz ve hızlı bir şekilde mutfağa geçti; kahvaltıyı hazırladı. Önce kızı Sevtap’ı; sonra oğlu Kerem’i en sonunda da 35 yıllık eşi Hakan’ı uyandırdı. Bu güne kadar birbirlerinden hiç kopmamış olan aile her Pazar olduğu gibi o günde sofrada toplandı.
Hakan sert mizaçlı bir adamdı. Genellikle “hayır” kelimesini kullanır, babalık statüsünün gereği olan tavizlerden vazgeçmeyi sevmezdi. Kültürüne, dinine ve milli değerlerine sonuna kadar bağlıydı. 35 sene boyunca ne yaptıysa ailesi için yaptı; hayalini kurduğu bu günler için. Aslında bakıldığında başarılı bir resim çizmişti kendisine. Bu güne kadar bir dediğini iki etmeyen, evdeki tüm tersliklerin üstünü başarıyla, etrafa hissettirmeden örten sadık bir eş; 29 yaşında evlilik çağına gelmiş; kendi doğrularından taviz vermek istemeyen ama aklı başına bir kız evlat ve baktığında gerek düşünce yapısı gerekse değer yargılarıyla kendini gördüğü 33 yaşında bir erkek evlat.
Hakan kahvaltısını bitirdi, eline gazetesini aldı ve masadan kalktı. İçeri giderken çaktırmadan 35 sene boyunca çizdiği tabloya bir kez daha baktı; gözleriyle gülümsedi ve Allah’ına şükretti.
Sevtap, Bartu adında bir delikanlıya aşıktı. Bartu idealist ve doğrularından vazgeçmeyecek dürüst bir yapıya sahipti. Karakteri mesleğine yansımış olacaktı ki avukatlık yapıyordu. Annesi onu babasız büyütmüştü ancak bir gün bile babasızlığı hissettirmemişti. Bir anne evladına ancak bu kadar sahip çıkabilir ve bu yaşlara getirebilirdi.
Bu kadar güzel bir pazar gününde evde oturmak olmazdı. Sevtap Bartu’ yu aradı ve “dışarı çıkalım” dedi. Bartu’ nun bu teklif çok işine gelmişti çünkü bu sıradan teklif önemli tekliflere fırsat doğuracaktı. Buluştular… Sahilde biraz yürüdükten sonra Bartu “duralım artık” dedi. “Sana söylemek istediğim bir şey var”. Önce Sevtap’ın elinden tuttu, kaldırıma banka oturttu, denizin mis gibi kokusunu ciğerlerine doldurdu, son bir güçle “Yıllardır birlikteyiz ama ben bu birlikteliğin sonsuzluğa taşınmasını istiyorum. Benimle evlenir misin?” dedi. Sevtap için bu soru geç bile kalmış bir soruydu. Tereddütsüz Bartu’nun boynuna sarıldı ve “Evet” diye bağırdı. Devamlı tartışan ancak birbirlerine duydukları büyük sevgiden ötürü kopamayan bu çift bundan sonra abuk subuk sebeplerden kavga etmeyecekti. Onları daha ciddi konular ve sorunlar bekliyordu. Bir çatı altında birlikte üstesinden gelebilecekleri sorunlar…
Sevtap akşam eve geldiğinde ilk önce bu mutlu haberi annesine verdi. Annesinin yıllardır hevesle beklediği bu haber bir anda onun için acı bir habere dönüştü. “Bartu alevi değil miydi, baban bu birlikteliğe asla izin vermez; hiç boşuna istemeye gelmesinler” dedi. Gerçi bunu söylerken de Sevtap’ın doğrularından vazgeçmeyeceğinden de emindi. Bir noktadan sonra Ayşe’ nin bile hissettirmeden çözemeyeceği doğrular…
Üç gün sonra Vural ailesinin hayatına bir bıçak gibi saplanacak olan zil çaldı. Hakan kızını istemelerinin verdiği heyecan ve stresle “açın çabuk şu kapıyı” diye bağırdı mutfaktaki eşi ve kızına. Neyse ki oğlu yanındaydı da azda olsa babasına destek veriyor heyecanını bastırıyordu.
Oturdular tanışma faslına geçtiler. Her şey Hakan için olması gerektiği gibi düzgün ve tertipliydi. Ta ki o sihirli sözcük Bartu’ nun annesinin dudaklarından çıkana kadar. “Biz Aleviyiz, sizin için bir sıkıntı olur mu?” Derin bir sessizlik yaşandı. Bundan yeni haberi olan Hakan önüne baktı ve hayatında düşünmediği kadar çok seyi sadece beş dakikaya sığdırmıştı. Oğlunun sessizliği bıçak gibi kesen sözleri olmasaydı birileri onu uyandırana kadar sessizce uyuyacaktı. “Siz Alevilerin ne yapacağı belli olmaz, çoğunuz vatan hainisiniz bizde Alevilere verecek kız yok” dedi Kerem. Hakan yıllardır uyduğu uykudan uyandı, Kerem’i susturdu ve “Bu işin olması imkansız; bence bu muhabbeti sürdürmemiz de lüzumsuz olacak” dedi. Tek suçları birkaç kendini bilmez yüzünde adları kötüye çıkan namuslu aile ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Hakan o sırada kendisinin de anlam veremediği bir harekette bulundu ve “saat geç oldu sizi eve ben bırakim” dedi. Arabayla gidilen yol sessizliğin de etkisiyle uzadıkça uzadı. Eve vardıklarında Bartu “Ben kızınızı seviyorum Alevi olmamız neyi değiştirirki?” diyerek son bir hamlede bulundu ancak aldığı cevap hadi yoluna git diyen omzundaki sessiz bir el oldu.
Hakan bu şekilde eve gidemezdi. Bir yalanın içinde yaşadığı hissi onu evinden uzaklaştırıyordu ve iş yerine götürüyordu. Bu akşam yaşadığı sürpriz kızıyla ilgili yıllardır kurduğu hayalleri başına yıkmıştı. Onun kafasındaki damat kendisi ve oğlu gibi olmalıydı; en azından kendisiyle aynı mezhepten olmalıydı.
Kendisini hayatın tokadını yemiş gibi hisseden Hakan birkaç gün sonra evine dönmüştü ancak hala ailesiyle, en önemlisi kızıyla ne konuşacağını, ona nasıl davranacağını bilmiyordu. İçeri girdi, koltuğuna oturdu ve günlerden odasından çıkmayan Sevtap’ ı yanına çağırdı. Zaten en küçük problemde karşı karşıya gelen, ateşle barut misali yaşayan bu ikili için zaman durmuş, ağızlardan çıkan her kelimenin saniyelik zaman aralığı günlere dönüşmüştü. Babanın başlattığı nasihat dolu konuşma tartışmaya, tartışma kavgaya, kavga cinnete dönüştü; ta ki Hakan Sevtap’ın yüzüne tükürerek son noktayı koyana kadar. Bir yanda aslında kendi çerçevesi içinde kızı için en güzelini ve iyisini isteyen baba, bir yanda da kendi doğruları içinde kendi iyisini ve güzelini yaşamak isteyen evladı…
Aradan uzun zaman geçti. Bartu’ nun annesi de böyle bir problem üzerine yuva kurmanın kimseye bir hayır getirmeyeceği düşüncesiyle Sevtap’tan canı kadar sevdiği Bartu’dan uzak durmasını istedi. Her iki taraf ailelerinin de tasvip etmediği bu ilişki uyutuldu fakat Sevtap’la Bartu bir yandan uyurken, bir yandan da birbirlerini rüyalarında görmekten vazgeçmediler. Uzun uykularından uyandıklarında ilk söyledikleri kelime birbirlerinin isimleri oldu. Kimilerine göre büyük aşk, kimilerine göre saygı, kimilerine alışkanlık kimilerine göre ise sadece kabul ettirme hırsı olan bu ilişki Sevtap’la Bartu’ yu tekrar bir araya getirdi ve başta kendilerini ve tüm etrafındakilerin huzurunu kaçıracak olan yolda tekrar yürümeye başladılar. Gizlice ve sessizce... Bir sonraki depremin ne zaman olacağını düşünme sıkıntısıyla….
Peki kim haklı? Bir yanda birbirini seven iki kişi, diğer yanda bu ilişkiyi aradaki kültür, örf ve adet farkından ötürü desteklemeyen ve bu ilişkinin taraflar arasında sıkıntı yaratacağını düşünen her iki tarafın aile bireyleri mi? Aslında herkes haklı çünkü herkes kendi arkasını kurtarmaya çalışıyor. Sevtap’la Bartu sevgileriyle güzel bir yuva kurarlar ancak aileler arasındaki huzursuzluktan ötürü bu yuva kafesten ve huzursuz bir yalandan, bu sevgi de yılan hikayesinden öteye gitmez.
Bu hayatta önce kendi arkamızı kurtaracağız ki gözümüz arkada kalmasın.


(26/05/2009)

EN İYİ DOSTUM


Kimi bu dünyaya yakmak için kimisi de yanmak için gelir. Yananların da, yakanların da kaderi çoktan yazılmıştır. Kazanan da kaybeden de kader mahkumudur.
En iyi dostum bir kez daha benimle. Her zamankinden daha masum, daha zararsız bugünde. Onun kaderi benim dostum olmak, benim kaderim onun dostluğuna muhtaç olmak. Mutlu ve mutsuz olduğum anlarda hiç yorum yapmadan, sesini çıkarmadan hep benimle. Bu son olmalı dediğim anları tekrar tekrar bana yaşatan dostum. Aramızdaki nefret bizi her seferinde birbirimize daha da yaklaştırıyor. Bide ona sorsanız acaba benimle bu kadar içli dışlı olmak ister miydi? Sonuçta onun yeri benim yanım değil. Şu anda olması gereken yer havasını içinize çektiğinizde oksijenin başınızı döndürdüğü, baktığınızda size yemyeşil görsel ziyafet çektiren, dinlediğinizde farklı canlıların kulağınıza farklı melodiler fısıldadığı vadilerdir. Kim bu güzelliklerden koparılıp, işlenip kapalı bir kutuya mahkum edildikten sonra idam edilmek ister ki?
En iyi dostumu dudaklarımın arasına koyarak onu kaderine bir adım daha yaklaştırdım. Cehennem ateşini kullanarak ondan beni mutlu etmesini istedim. Bu güne kadar hiç karşı çıkmadığı gibi şimdide sessizliğiyle isteğimi onayladı. Acımadım, onu yaktım ve ruhunun yanan kısmını içime çektim. Halbuki insan hiç en yakın dostunun acı çekmesinden haz duyar mı? İrademe hakim olamayıp bir nefes daha çektim içime. İçin için yanan dostumun çığlıklarını dinlerken bir yandan da o anın keyfini çıkarmaya başladım. Mehtabın elinden tutup dalgaları da kucağıma aldım. Bu an benim anım.
En yakın dostum demiştim ona. Alt tarafı kibrit ateşiyle yaktım, nerden bilebilirdim ki o közün intikam ateşine dönüşeceğini? Sahte dostlarım beni çok uyarmıştı “en iyi dostum dediğin kişi gün gelir seni sırtından vurur” diye. Öyle de oldu. Çaktırmadan, sinsice… Ben ruhunu içime çekip, özgür bıraktığımı zannediyordum; oysa ki kötülüğü çiğerlerime pençeleriyle sıkıca tutunmuş; her geçen saniye beni biraz daha öldürüyormuş. Meğer dostum yandıkça kapkara ziftini aynayla ciğerlerime çiziyormuş. Ben yaktım o yandı, o yaktı ben yandım. Onun savunmasızlığından istifade eden ben, kendimi savunmasız ve zavallı bir halde buluverdim. Kendi sonumu kendim hazırlamış oldum. Artık çok geç olsa da geri kalan zamanımı bana doğruları söyledikleri için kötü olan ve bundan sonrada kötü olacak dostlarımı dinleyerek geçireceğim. Genç kıyafetimin altındaki karanlık, yaşlı, çaresiz ve geç kalmış etlerimle…

(01/06/2009)

ALT TARAFI BİR BALIKTI O

Karanlık bir dünyadaydı önce. Artık zamanı gelmişti. Bir sağa döndü, bir sola. İçgüdüsel olarak içinde bulunduğu karanlık dünyayı yırtarcasına çabaladı ve yumurtasından çıkıverdi. Mutluluk ve mutsuzluk duyguları arasından gidip gelmeye başladı. Bir yanda özgürlüğü vardı, bir yandan yeni dünyanın verdiği korku. Sarı renkli güzel bir balıktı. Parlak ve ilgi çekici… Tüm deniz canlılarının hayran olacağı kada güzel olmasının yanında, tüm tehlikelerin de açık hedefiydi. Kimileri onun hayranı, kimileri ise düşmanıydı.
Alt tarafı kendi halinde bir balıktı o. En güzelini gözümüze kestirdik; aldık denizin ortasından; yalan bir dünyaya koyduk. Yapay bitkiler, yapay arkadaşlar. İzledik ve eğlendik. Egomuzu tatmin ettik. Alt tarafı bir balıktı. Hafızası birkaç dakika olan, bu sayede koca bir yalanın içinde olduğunun farkında olmayan yalnız ama mutlu bir balık...
Balığın dünyasında ona zarar verecek kimseler yoktu. Yediği önünde yemediği arkasındaydı. Küçücük akvaryum onun uçsuz bucaksız dünyasıydı. Bu sefer işler tersine dönmüştü. Güvendeydi ve hiç düşmanının olmaması onu rahatlatıyordu. Ancak yanlış giden bir şeyler vardı. Yalnızlık… Bu kalabalık dünyanın içinde yapayalnızdı. Ne tadına baktığı yapay bitkiler ne de birlikte yüzdüğü yapay balıklar eski tehlikeli dünyasındaki zevki vermiyordu. Günler geçip gitti. Balığın uçsuz bucaksız dünyası iyice daralmıştı ve bu dünya artık dayanılmaz bir hal almıştı. Akvaryumun duvarları üstüne üstüne geliyordu. Bu sahte dünyadan kurtulmalıydı. Bütün vaktini akvaryumdan kaçma planları yaparak geçirmeye başladı. Düşündü düşündü düşündü… Fazla düşünmek onu daha da sıkıntıya soktu. Akvaryumun camındaki yansımasını gördüğü an sahte dünyası tamamen başına yıkıldı. Herkesin hayranlıkla izlediği o eşsiz varlık zayıflamış ve pulları dökülmeye başlamıştı. Onu güzelleştiren günler bu sefer onu yok etmeye başladı.
Alt tarafı kendi halinde hasta bir balıktı o. Gözümüze kestirdik; aldık akvaryumun ortasından; gerçek dünyasına koyduk. Gerçek bitkiler, gerçek balıkların arasına. Arkamızı dönüp, çekip gittik. Alt tarafı bir balıktı. Hafızası birkaç dakika olan ancak her dakikasında sıkıntı çeken; bu sebeple mutluluğu günlerdir hatırlamayan; yalnız, mutsuz ve ölümü bekleyen bir balık…
(15/05/2009)

2 Ekim 2009 Cuma

HAYAT OYUNU

Bu gün yine perdeleri açtım. Yeni bir günle yine bir tiyatro sahnesine çıktım. Oyunu ben yazmadım. Daha önceden benim için yazılmış senaryo ne gerektiriyorsa onu oynuyorum, arada doğaçlamalarda yapıyorum. Oyun tutulduğu sürece oynuyorum. Bazen seve seve, bazen küfrederek. Dünya oyununa devam ediyorum; rolümü en iyi şekilde oynamak için. Taki perdeler tamamen kapanana kadar.
Yeterki seyirciler oyunu beğensin, arkamızdan “ne biçim iş çıkarmış bu adam” diyerek küfretmesinler. Şanslıyım; çünkü oyunun günün birinde sona ereceğini biliyorum. O yüzden elimden geldiğince etrafa bedava bilet vermeye çalışıyorum. Nede olsa kefenin cebi yok. Önemli olan zaten oyuncuların da seyircilerin de şu kısacık ama ne zaman sona ereceği belli olmayan, dünya oyununda keyifli zaman geçirmesi degil mi? Zaten oyunu izleyen her seyirci kendi içinde bir oyuncu değil mi?
Her oyuncu kendi oyununu oynarken bir yandanda başkalarının oyununa yön verir. Yeterki oyuncular sahne ışıklarının gözlerini kamaştırmasına engel olsun ve kimi zaman elde ettikleri şöhretin onları oyun senaryosu dışına çıkarmasına izin vermesinler.