12 Mart 2010 Cuma

AYNÜD ENİSRET

İla Bey’ in uyanma vakti gelmişti. Her sabah olduğu gibi bu sabah ta kalkarken ettiği küfürler, çalan saatin sesini bastırıyordu. Banyoya yöneldi; eline sıktığı diş macunuyla elini yüzünü iyice yıkadı ve diş fırçasını sabun köpüğüne bulayarak dişlerini fırçaladı. Kafasındaki iki tel saçı jöleledi ve aynaya bakarak “ çok yakışıklıyım bugün yine” dedi. Kahvaltı etmeden işine gitmezdi İla Bey. Hemen büyük bir su bardağı aldı; bardağa iki parmak rakısını koydu; bardağın geri kalan kısmını da sıcak suyla doldurdu. Bir önceki geceden hazırlamış olduğu soğuk balığı tabağına koyup kahvaltısını afiyetle bitirdi. Saatine bakmasıyla evden fırlaması bir oldu. İşe çok geç kalmıştı. Kapıda bekleyen şoförü yine arabayı pırıl pırıl yıkamıştı. Şoförüne “Günaydın!” dedi ve iş yerine doğru koşmaya başladı. Kaldırımın sağ tarafından koşmayı severdi İla Bey.
Uzun bir maratondan sonra sonunda Müdür Yardımcılığı yaptığı babasının işyerine ulaşan İla Bey, kapıdaki bekçiye bin türlü yalakalık yaptıktan sonra müdürünün yüzüne bile bakmadan, büyük bir kibirle masasına oturdu. İşler malum… Yoğundu… Yapılan ticari prosedürler hakkında cevap bekleyen bir sürü müşteri vardı. Onların her birine teker teker cevap mektubu yazması gerekiyordu. Bütün işlerini bitirdiğinde birden acıktığı fark etti. Öğle yemeği için şirketinden uzakta lüks bir restoranı tercih etti ve kendisine ne istediğini soran garsona simit-çay siparişi verdi. Karnını bir güzel doyuran İla Bey şirketine koşarak geri döndü.
Günün diğer yarısında işler rutin bir şekilde ilerledi ve saat 23:00’ da mesaisi biter bitmez sevgilisine bir aşk e-postası göndererek şirketten ayrıldı. Biran evvel evinde olmak istiyordu bu sebeple alakasız yerlere saparak yolunu uzattıkça uzattı. Saat baya geç olmuştu ve etraf güvenli değildi. İla Bey' de bu güvensizlikten huzursuz olmuş korkmaya başlamıştı. Hemen korkusunu yenmek için zifiri karanlık, ıssız bir arka sokağa girdi. Nereden bilebilirdi tinercilerin yolunu keseceğini. Tinercilerin tek istediği paraydı, zaten İla Bey için para da önemli değildi. " Defolun gidin, size verecek tek kuruşum yok benim!" diye bağırdı. Bunun üzerine tinerciler İla Bey' in üzerine atladılar; onu öldüresiye dövdüler ve oradan uzaklaştırlar. Az daha duyduğu acıdan ötürü gülmekten ölecek olan İla Bey kirlenen takım elbisesine biraz daha çamur bulaştırdı ve yoluna devam etti.
Çok yorulmuştu… Koşmaktan ve çalışmaktan üstüne çöken yorgunluğu artık omuzlarında taşıyamayacak haldeydi. Kendine kaşarlı sandviç ve ayran hazırladı, biraz rahatlamak ve kafasını dağıtmak için televizyonun fişini çekti ve karşısındaki koltuğa kurulup ayaklarını sehpaya uzattı. Sonunda evindeydi ve keyfi yerindeydi. İla Bey kalabalık ve çok çocuklu aile ortamını oldu olası hep sevmişti. Yalnız yaşaması da bu yüzdendi zaten. Yemeğini yedi, kapalı televizyonu biraz izledikten sonra uykusu geldiğini fark etti ve yatağına yattı. Yorganı üstünden atıp, yastığını ayaklarının altına koydu ve her akşam uyumadan önce yaptığı şeyi, emeklilik günlerinin hayalini kurmaya başladı. Hayali yaşlılığında, şu anki yaşamak zorunda olduğu doğa ve kuş sesleri içindeki huzurlu evden uzakta, şehrin gürültülü ve kirli ortamının merkezinde bodrum katında güneş görmeyen bir daireye yerleşmekti. Burası onun için bir insanın gözlerini hayata yumacağı en güzel ortam olabilirdi.
Günün son dakikalarında İla Bey, her şeyin olması gerektiği gibi yolunda gittiği için Allahına şükretti; yüzündeki mutluluk ifadesiyle uykuya daldı.

(12/03/2010)

10 Mart 2010 Çarşamba

EAST TAN BULL' UN VAHŞİLERİ

East Tan Bull… Kralların şehri… Tarih boyunca en büyük savaşlara, en büyük imparatorlukların çöküşüne, en büyük imparatorlukların kuruluşuna şahit olmuş şehir. Boğanın altın boynuzları üzerine kurulmuş, hazinelerin asla tüketilemediği şehir… Doğal ve kültürel zenginlikleriyle herkesi cezbeden en güzel Doğu Orta şehri…
Surklar, zamanının en güçlü kavimlerini kurmuş, tüm Doğu Orta ülkeleri arasında büyük saygınlık kazanmış, sefere çıktığı ülkelere kendilerinden önce namlarının ulaştığı bir ırktı. Savaşçılık özelliklerinin yanında adil ve dürüst olmalarıyla da tanınıyorlardı. Bu özellikler düşmanlarının onlardan korkmasının yanında, onlara saygı duymalarını da sağlıyordu. Toprağa zenginliğe doymuş bir ırktı Surklar. Ve sonunda East Tan Bull ellerindeydi…
Aradan çok uzun yıllar geçmiş, ikinci kırmızı ay güneşin etrafında sekiz kere dönmüştü. Surklar yerleşik düzeni iyice benimsemiş ve savaşçılık vasıplarından uzaklaşmışlardı. Artık savaşçılık vasıpları sadece zamanın en iyi teknolojisiyle donatılmış cesur Surk ordusundaydı. Surk halkı için sadece toprak ve ticaret vardı. Barış ve huzur içinde topraklarını ekiyorlar, topraktan geleni ülkenin dört bir yanına satıyor ve geçimlerini bu şekilde sağlıyorlardı. Doğu ortanın en güzel limanları East Tan Bull’ da bulunuyordu. Haftada dört kez dev kartallar ismi verilen büyük yelkenli ticaret gemileri limana yanaşır, Surkların ürettiği malları alır ve bu malları halkın hayal edemeyeceği kadar uzaklarıdaki ülkelere değerli taşlar karşılığında satarlardı. Ticaret güzel şeydi; beraberinde para ve refahı getiriyordu. Ancak para ve refah başkalarının dikkatini ve belayı kendine çekiyordu.
Gözcüler East Tan Bull sınırlarına hızla yaklaşan küçük bir toz bulutu gördüler. Dağlardaki vahşi Hortlarla savaşan Surk askerilerinin habercisiydi bu. Bütün halk habercinin getirdiği havadisleri heyecanla bekliyordu. Haberler iyi değildi… Hortlar kahraman Surk askerlerinin öncü birliğine tuzak kurmuş ve birçoğunu şehit etmişti. Adil savaşmazdı Hortlar. Arkadan vurur, tuzak kurar, göğüs gögüse çarpışmak yerine savaş süresinin çoğunu saklanarak geçirir, fırsat bulunca bir iki askeri şehit edip tekrar kaçarlardı. Bu sebepten ötürü Surk ordusu ne kadar güçlü ve iyi donanımlı olursa olsun onları yakalamakta zorlanırlardı.
Hortlar tarih boyunca Surklarla birlikte yaşadılar. Uyumlu ve eğitilmeye açık olan Hortlar, Surklar tarafından her zaman kabul edilenlerden oldular; her nekadar arada uçurumlar olsada… Hortlar anlaşılması güç, zor karaktere sahip bir ırktı. Vücut yapıları hayvanı andırırlardı. Konuştukları dil çok dikkatli dinlenilmediği taktirde anlaşılmazdı. Kendini geliştirememiş olanlar avlanarak, öldürerek ve çalarak yaşarlardı. Bu ırk her ne kadar Surklarla aynı köklere sahip olsa da, evrim olarak Surklar’ dan en az 3.000 Doğu Orta yılı gerideydiler.
Hortların lanetlenmiş olan kavimleri kendi ırkları tarafından dağlara sürüldü. Bu kavimler kendi ırkına da zulüm yapıyor, üreten az sayıdaki Hortun elindekileri çalıyor ve onları gelişimlerini engelliyorlardı. Yaptıkları gereksiz saldırılar ve huzursuzluklarla Surklarla süren binlerce yıllık kardeşliği bozmaya çalışıyorlardı. Hortlar bu kavmi dağlara sürmüşlerdi sürmesine ancak onlara karşı yaşadıkları korku içlerinde devam ediyordu.
East Tan Bull halkı sıradan bir güne gözlerini açmıştı. Herkes üzerindeki uyku sersemliğimi yeni bir günde yeni birşeyler üretmek şevkiyle atmaya çalışıyordu. Sabahın erken saatlerinde çalışmak için evlerinden çıkan Surklar her zamanki nezaketleriyle birbirlerine selam ve yol verme yarışına girmişlerdi. Ayağı takılıp düşene yardım için bütün mahallenin koşturduğu bir kültür içinde yaşıyordu Surklar. Herkes inanılması zor bir şekilde mutlu bakıyordu yeni güne. Taaki o bütün surlardan duyulan o yğksek çığlığa kadar. Halk yardım için o acı çığlığın geldiği yere doğru koşmaya başlamıştı ve çığlığın kaynağına ulaşan gözlerini bütün gücüyle kısıp, kafasını başka yöne çeviriyordu. Neydi bu kimsenin bakmaya bile dayanamdığı acı olay? Üzüntülü sessizliği bir Surk yırttı. “Bıktık artık bu Hortlar’ dan. Biz bunlara iş, aş, saygınlık veriyoruz onlar bizim kızlarımıza tecavüz edip, cinayetler işliyorlar ve mallarımızı çalıyorlar” Bir kişiden çıkan bu ses Surk halkının yıllardır iyi niyetle bastırdıkları ses olmuştu. Herkes hem fikirdi ama isyan karakterlerine uymadığından kendilerini susturuyorlardı. Bu sabahki çığlık benzeri çığlıkların sayısı ne yazık ki yıldan yıla artış gösteriyordu.
East Tan Bull’ a gelen ilk hortlar gelişmeye ve öğrenmeye açık, tek amaçları çalışmak, üretmek ve faydalı birşeyler yaparak hayatlarını kazanmak isteyenlerdi. İstediklerine kavuşmuşlardıda. Hayvani tavır ve yapılarına bakmadan kardeş gibi gören Surklar, Hortlara normal koşullarda asla elde edemeyecekleri yaşam ve saygınlığın kapılarını açmışlardı. Bu dönemde Doğu Orta’ nın uç şehilerinden East Tan Bull’ a yoğun bir Hort göçü yaşanmaktaydı. Amaç bu zenginlik fırsatından bir pay alabilmekti. Göçler dışında Hortların Surklara göre daha sık ve daha çok sayıda yavrulamaları kısa sürede şehirde korkunç bir Hort nüfusu patlaması yaşatmıştı. Bu nüfus patlaması zamanla asla evcilleştirilemez ve eğitilemez olan Hortların’ da halkın arasına karışmasına sebep olmuştu. Onlar dağda yaşayan lanetlenmiş olanların tohumlarıydı. Lanetlenmiş olanlar daha küçük yaşta sokaklara düşüyor, hırsızlık yapıyor, işler istedikleri gibi gitmezse cinayet işliyor ve savunmasızlara tecavüz ediyorlardı. Ticaret yapanları da sadece Surkları uyuşturmaya yönelik, sağlığa zararlı keyif otlarından satıyorladı. İşlerini büyüten Hortlar ise tamamen yasa dışı şekilde çalışıyordı. Bir Surk, eşine sarkıntılık yapan Hort’ a karşı kendisini savunduğunda, karşısında onlarca Hort bulur ve darp edilirdi. Bu güzel şehrin sokakları artık Surkların gündüz vakti yürümeye çekindikleri bir hal almaya başlamıştı. Hortlar East Tan Bull’ u ele geçirmişti. Bu gizli bir savaştı. Namusu, şerefiyle yaşamaya çalışan, tek dertleri güzel, hoş sohbetler yapmak olan Surklara karşı geni bozuk, asla eğitilemez Hortlar. Daha da kötüsü artık kimin ne olduğunu ayırt edemeyecek kadar Surk ırkı arasına karışmış olan vahşiler. Bunlar East TanBull’ un vahşileriydi…
Hortlar kimdir ve nerede yaşarlar? Belki kapı komşumuz, yüzümüze gülen arkamızdan iftira atan arkadaşımız, uğruna canına vereceğimiz sevgilimiz, arabasına bindiğimiz şoför, dükkanından alışveriş yaptığımız esnaf, ortağımız, hatta belkide takendimiz… Ne yazıkki artık Hortlar heryerdeler ve kendilerini çok iyi gizliyorlar. Sayıları her geçen gün daha da artıyor ve bu durum artık durdurulması imkansız bir hal aldı. Biran evvel aklımızı başımızı toplamalı ve gerekiyorsa bir Hort gibi davranarak değerlerimize, daha da önemlisi kendimize ve ailemize sahip çıkmalıyız.

(10/03/2010)

9 Mart 2010 Salı

AŞK MASALI

Aşk insanın yaşamı boyunca gerek kendisinin yaşayacağı, gerekse başkalarının yaşadığına tanık olacağı şekilde karşısına çıkan; asla kaçamayacağı ve kaderine boyun eğeceği gerçektir. Bu, hiç ihtiyacı olmayanları ummadıkları bir yerde yakaladığı gibi; yıllardır uman ve bekleyenlere “en sonunda” dedirtecek şekilde hediye olarak da gelebilen bir gerçektir. Uzun süre ona açlık hissettiğimiz, bir an evvel sofraya gelmesini istediğimiz ilk lokmada tatlı bir lezzet veren yedikçe tuzlu, acılı bir hal alan ve son lokmalarda tadı kişiye göre tatlılaşan veya acılaşan bir lezzettir.

Bu dünyada her şeyin yavrusu güzel olduğu gibi aşkın da yavrusu güzeldir. Yeni doğan aşk masumdur, hayatın kurnazlıklarını bilmez, onun her zaman elinden tutmanız gerekir; henüz kendi ayakları üzerinde duramaz. Ona oturup bir şeyler öğretmeniz, üzerinde fazlasıyla emek harcamanız gerekir. Bir anne nasıl bebeğine emek harcarken sıkılmıyorsa, bizler de harcadığımız emek ve enerjiyi severek, sıkılmadan veririz aşkımıza. Kuzgun bile yavrusunu şahin görme lüksünü kendisinde hissediyorsa bırakında herkesin aşkı bu dünyanın en büyük aşkı olsun.

Esra’ nın yıllardır beklediği bir oğlu olmuştu sonunda. Kocasıyla çok denemişlerdi; eh kısmet bu güneymiş. Emre’ nin adı gibi hayalleri de zaten annesi tarafından yıllar öncesinden hazırlanmıştı, sadece bu hayaller Emre’ nin geleceği güne kadar bembeyaz masallara sarılmış ve rafa kaldırılmıştı. Artık o masalların içinden çıkan hayalleri bir film kamerasına koyup, Emre’ ye seyrettirme günü gelmişti.
Güzel bir çocuktu Emre, hele annesine sorsanız dünyanın en güzel erkek çocuğuydu. Suratındaki anlamlı ifadeden parlak bir istikbali, başarı bir mesleği ve mutlu bir yuvası olacağını anlamak çok ta zor değildi. O seçilmiş olan, yıllardır beklenen hediyeydi; o Esra’ nın kaderiydi.
Emre’ nin bebeklik ve çocukluk dönemi Esra için rahat geçti. Emre’ nin zor bir çocuk olmaması Esra’ yı mutlu ediyor ve onu kendisine her geçen gün biraz daha bağlıyordu. Okulunda başarılı, arkadaşlarıyla uyumlu Emre çok sakin ve yaşına göre olgun bir karaktere sahipti. Bu yaştaki çocuğun ettiği laflar ve düşündürdükleri etrafındaki hayrete dürüyor, heyecanlandırıyor, hatta dizlerinin bağını çözüyordu. Kim bilir beklide Emre’ nin yaşı yoktu; belki de sadece oynaması gereken yaşı oynuyordu Emre.
Sonunda ergenlik dönemi… Bir insanın çocuklukla gençlik arasındaki uçurum üzerine kurulmuş asma köprüde düşmeden yürümeye çalıştığı; iyiliğin zor ama besleyici tadıyla, ciğerlerinde dolaşırken adamı sarhoş edip keyiflendiren kötülük dumanı arasında bir tercih yapacağı dönem. Gerçi annesi rahattı, çünkü Emre’ nin hayalleri ve geleceği zaten yazılmıştı. Herkesin parmağıyla örnek gösterdiği bu kadar akıllı bir çocuğun da yanlış bir tercih yapması söz konusu olamazdı zaten.
Günler, aylar geçti… Daha komik ve eğlenceli arkadaşlar, tabuları yıkılmış daha güzel kızlar Emre’ nin yanlarında olmayı tercih ettiği insanlar oldu. Eğlenceli arkadaşlar Emre’ yi hayatın sıkıntısından ve monotonluğundan koparıyor, cinselliğe en az Emre kadar meraklı olan kızlar ise ona hayatında ilk defa tattığı zevkleri veriyordu. Emre meraklıydı, hep daha fazlasını koparmak istiyordu hayattan. Daha fazlası daha çok zevk ve daha çok acı veriyordu. Aradan bir süre daha geçinde Emre’ ye eşlik eden yeni dostları da vardı. Kendisinden daha tecrübeli kadınlar, içki, kumar ve uyuşturucu…
Emre’ de başlayan gözle görülür bu olumsuz değişmeler tabiî ki ilk önce annesinin dikkatini çekmişti. Ancak annesi kötü huyları Emre’ ye konduramıyordu bir türlü. Emre onun yıllarca beklediği hediyeydi, herkesin imrenerek baktığı bir çocuktu o. Şimdi nasıl bu hale gelebilirdi? Bu kadar muhteşem bir şey nasıl olurda bu hızla çöküşe geçebilirdi?
Emre’ nin olumsuz yaşam şekli birkaç yıl aynı şekilde sürdü gitti. Sayısız tedavi, sayısız psikolog seansları, sayısız sakinleştirici ve sayısız konuşma uzlaşma çabaları Emre’yi gelecekte başarılı bir doktor olacak, hayat kurtaracak adama dönüştüremedi. Artık Emre bırakın başkalarının hayatlarını kurtarmayı, kendi hayatından bile bihaber durumdaydı. Herkes bir daha üstüne asla güneşin doğmayacağını bile bile Emre’ ye bunun sadece bir güneş tutulması olduğu yalanını söylüyordu. Emre bitiyordu…
Bütün bu olanlar Emre’ nin babasını da yormuştu. Yaşanan sıkıntı ve üzüntüler Esra ve eşinin kavga dolu zor günler geçirmesine sebep oluyordu. Tüm bu acıların kaynağı Emre’ydi. İnsanların gözünde bu kadar büyüttüğü, adeta balon gibi şişirdiği Emre herkesi hayal kırıklığına uğratmış, hayal kırıklığı umutsuzluğa, umutsuzluk sıkıntıya, sıkıntıda öfkeye dönüşmüştü.

Ömür boyu ayrılmayacaklarına yemin etmişlerdi halbuki… Esra, Sezgin’i deli gibi sevmişti ama düzenli bir hal alan kavgalar sevgiyi öldürmüş, alışkanlığa dönüştürmüştü ne yazık ki.
- Yeter artık Esra sana tahammül edemiyorum.
- Asıl ben sana tahammül edemiyorum, lanet olsun sana da, seni tanıdığım güne de.
- Eee! Ne halin varsa gör be! Gidiyorum ben bu evden!
- Emre bir şey yap lütfen baban gidiyor.
- Yapamam anne
- Emre baban gidiyor, yalvarırım bir şeyler yap.
- Ben görevimi tamamladım anne, elimden daha fazlası gelmiyor.
Sezgin kapıyı açtı arkasına bile bakmadan evi terk etti. Gördüğü bu sahneyi daha fazla kaldıramayan Emre birden bire yere yığıldı ve titremeye başladı. “ Yardım edin nolur! Yavrum ölüyor” diye bağırdı Esra. “Yardım edin!” Emre başını annesinin dizlerine koydu, titreme krizi arttıkça nefes alıp vermeleri seyrekleşti. Acılar ve çığlıklar içinde can çekişerek son nefesini verdi.
Komşuları açık kapıdan içeri girdiler ve yerde tek başına oturan Esra’ yı hemen kucaklayıp yatağına yatırdılar, sinir krizi geçiren Esra’ nın bileklerini kolonya ile ovmaya başladılar. Kimin aklına gelirdi ki bir sene önce akıllarını başlarından alan ilk karşılaşma ve bakışmaların, iki ay önce mutluluğa atılan o imzanın Esra ile Sezgin’in hayatlarını krize sokacağını. Kimin aklına gelirdi ki aşkın, bir annenin elinden kayıp giden ve giderken de annenin hiç bir şey yapamadan sadece bakmak zorunda kalacağı yavrusu olacağı; aşkların aslında hiç var olmadığı sadece insanların kafalarında yarattıkları fantezileri olduğu, Emre' nin aslında hiç doğmamış olan aşkları olduğu? Kimin aklına gelirdi?

(09/03/2010)

14 Ekim 2009 Çarşamba

DÜNÜN “SAVE” İ, BUGÜNÜN “LOAD” I

DÜNÜN "KAYDET"İ, BUGÜNÜN "YENİDEN YÜKLE"Sİ
Bilgisayar kullanıcılarının vazgeçilmez iki kurtarıcı kelimesi. “save” ve “load”. Sanal dünyanın kusursuz işlemesini sağlayan iki önemli kelime. Save kendimizi garantiye alma tuşu, load ise “ohh, iyiki save etmişim” diyerek, yaptığımız hatayı ortadan kaldırarak, bizi en son save ettiğimiz noktaya döndüren tuş.
Doğada her canlının hatta cansız varlığın bir görevi vardır. Bütün doğa öğeleri birbirleriyle dolaylı ya da direk şekilde etkileşimde bulunur ve belirli işlevler gerçekleştirirler. Doğanın dengesi bozulmadığı sürece bu döngü kusursuz ilerler.
Bu döngüde başrolu insanlar oynar. Doğanın dengesini profesyonelce bozma ve en çok hata yapma kabiliyetine sahip tek canlı insandır. Halk arasında “ Allah insana akıl vermiş, aklı başında davransın diye” şeklinde bir cümle söylenir durur. Acaba aklımız olmasaydı, sadece içgüdüsel olarak üstümüze düşeni yapsaydık bu kadar hata yapar mıydık? Belki içgüdülerimize göre hareket etseydik yeni şeyler yaratamazdık, hep olduğumuz yerde kalırdık ama şundan eminim ki bu şekilde zarar boyutuna kadar bizi taşıyabilen hırslarımızdan, tutkularımızdan, arzu ve isteklerimizden uzak durarak dünyayı ve kendi hayatlarımızı daha yaşanılır bir hale getirebilirdik.
Yaşamımız boyunca, hatta bir gün içinde kaç kere “keşke” kelimesini kullandığınıza hiç dikkat ettiniz mi? Bu kelimeyi kullanmak için illaki bir zarar içinde bulunmamız gerekmez. Bir güzellik yaratmış olsak bile bir noktadan sonra devreye bilinç altındaki hırsımız girer ve daha güzeli için “keşke” deriz. Olumsuzluk içinde kullanılan “keşke”lerin sayısını hiç söylemiyorum bile.
Beynimizde bir “save”, bir de “load” tuşu olduğunu düşünsenize… Bu şekilde hatalarımızı görür; başa döner ve hiç zaiyatsız bir şekilde hayatımıza devam edebilirdik. Acaba bu dünya çok daha mükemmel bir dünya mı olurdu yoksa daha yaşanması zor bir hal mi alırdı? Belki biseysel olarak kendi standartlarımızı yükseltirdik ancak herkesin kendisi için en iyisini elde etmesi, diğer en iyinin peşinde koşanlar için zarara dönüşecektir.
Kendinizi bu olgunun içine koydunuzda ve sadece tek bir “load” hakkınız olsa siz hangi döneme geri dönmek isterdiniz? Hangi sorulara çözüm bulurdunuz? Hangi siyah beyaz hikayenizi renklendirirdiniz?

O ana geri dönebilseydim, o işi kabul ederdim ve şu anda çoktan müdürdüm.

O ana geri dönebilseydim, o sokaktan hiç geçmezdim ve böylece kendimi korumak için suç işlemek zorunda kalmazdım; şu anda özgür olurdum.

O ana geri dönebilseydim, ona gitme; ömür boyu yanımda kal diyebilirdim.

O ana geri dönebilseydim, şu anda arkadaşlarım gibi meslek sahibi olmuştum.

O ana geri dönebilseydim, arabamı sigortalatırdım.

O ana geri dönebilseydim, o sokağa hiç girmezdim ve yolda oyun oynayan kıza hiç çarpmamış olurdum.

O ana geri dönebilseydim, yurt dışına çalışmaya giderdim.

O ana geri dönebilseydim, evden çıkmadan önce tuvalete girerdim.
O ana geri dönebilseydim, bütün cesaretimi toplayıp; onunla tanışmak için yanına giderdim.

O ana geri dönebilseydim, annemle babamın nasihatlarını dinlerdim.

O ana geri dönebilseydim, o maddenin bağımlısı olmazdım.

O ana geri dönebilseydim, minibüse değil taksiye binerdim.

O ana geri dönebilseydim, onunla evlenmek yerine, birlikte yaşardım.

O ana geri dönebilseydim, asla ondan ayrılmazdım.

O ana geri dönebilseydim, ….. vs

Farklı kişilerin hiç bitmek bilmeyen, içinde resmen dile getirilmese de “keşke”lerin bulunduğu hikayeler. Sizin hikayeniz, “keşke”leriniz acaba hangisi? En mükemel şekilde yaşadığı düşünülen insanların bile bir adet “save” bir adet “load” a ihtiyaçları vardır; çünkü herkesin hayatında en az bir tane dönüm noktası vardır. Çünkü herkes mükemmel birer HİKAYEZEDE’ dir.
Benim “load” hakkım olsaydı 2003 yılına geri dönerdim.

(14/10/2009)

5 Ekim 2009 Pazartesi

KURUCU - OYUNCU - MAŞA

Geniş topraklar buralar. Tarih boyunca birçok milletin egemenliği altında bulunmuş, sıklıkla el değiştirmiş, birçok milletin de ele geçirmek uğrunda yok olma aşamasına geldiği topraklar. Bu uğurda oynanan oyunlar da, oyuncular da, başlar da maşalar da aynı. Tarih günümüzün ve geleceğin aynasıdır lafı sürekli olarak doğruluğunu kendiliğinden ispat ediyor. Oyunun hiçbir zaman değişmeyen oyuncularından biri Türkiye Cumhuriyeti. Gerek jeopolitik konumu, gerekse sahip olduğu bakir kaynaklardan ötürü Türkiye hep diğer devletler için karanlıkta parlayan ışık olmuştur ve ilgileri her zaman üstüne çekmiştir. Bu kadar güzel olanaklara sahip olması Türkiye için büyük avantaj olmasından çok dezavantaj halini almıştır.
Savaşlarda ki en avantajlı strateji, iki kutubu birbirine kırdırdıktan sonra üçüncü kutubun devreye girip iki güçsüzü yok etmesidir. Ne yazık ki Türkiye savaş hali dışındaki bütün zamanlarda bu oyunla mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Bu o kadar büyük bir oyunki, siz daha oyuncuları yok etmeden, gideceklerin yerine geçecekler çoktan belli olmuş oluyor.
Peki bu oyun nasıl oynanır? Oyun için üç oyuncu gerekmektedir. Bunlar kurucu, oyuncu ve maşadır. Parası ve gücü olan oyunun kurucusu olur.
Birinci Aşama (Oyuncuyla Kucaklaşma) : Kurucu öncelikle hedefi kucaklar; onu yüceltir; yakın ilgi gösterir; paraya boğar. Bunun yanında nerden ne koparsam kardır düşüncesiyle oyuncunun kendisini savunmasını sağlayacak silah ve ekipmanı satar. Tabii unutulmamalıdır ki bu silah ve ekipmanlar bir gün oyuncunun kurucuya karşı kullanılabileceği ihtimali göz önüne alınarak; bunu engelleyici şekilde tasarlanmıştır. Karşılıklı ilişkiler sağlamlaştırılır, bağlılık ve karşılıklı koruyuculuk sözleri verilir.
İkinci Aşama (Maşayla Kucaklaşma) : Kurucu kendine bir maşa seçer. Aynen oyuncuya yaptığı gibi onu kucaklar, güven verir; aradaki bağları güçlendirir. Maşa oyuncunun küçüğü olduğu için kurucu ona küçük kardeş muamelesi yapar ve her zaman onun arkasında olduğunu hissettirir. Kurucu maşayı gizliden gizliye kandırmaya başlar, maşanın oyuncudan uzaklaşarak kendisine yaklaşmasını sağlar. Arada maşanın ağzını sulandıracak vaatler verir. Bu vaatler maşayı daha da şevklendirir. Kurucu, oyuncunun maşaya çoktan vermiş olduğu sınırsız hak ve özgürlükleri unutturur ve bu hakları sanki kendisi verecekmiş gibi hal ve tavırlara bürünür. Hatta daha da ileri giderek oyuncunun sahip standart hak ve özgürlüklerden daha da fazlasını teklif eder. Bunun yanında hakların alınması için kahramanlık gerektiği, kahramanlık içinde silah ve ekipmanın satın alınması gerektiği yalanlarına inandırır. Bu kandırmaca uzun süre ve yapılanma sonunda amacına ulaşır.
Üçüncü Aşama (Oyuncuyla Maşayı Birbirine Kırdırma) : Kurucu doğru zamanı bekler; yapay sorunlar yaratır; bu sorunlardan yola çıkarak oyuncuyla maşayı karşı karşıya getirir. Aynı zamanda etrafa sahte barış mesajları veren ve uzlaşmanın gerekli olduğunu bağıran kurucu sözel görevini yerine getirir ve eylemsel görevine geçer. Yapay sorunları gerçeğe dönüştürür, yaptığı birkaç eylemle harareti arttır ve bu hararet istediği seviyeye gelince işin en keyifli kısmına geçer. Kenara çekilir ve filmi izlemeye başlar.
Bu oyun herkesin bildiği ve kınadığı ancak her seferinde de içine düştüğü bir oyun. Oyun ne kadar uzun sürerse kurucu o kadar çok kazanır. O kadar çok silah satılır, o kadar çok sömürge elde edinilir, o kadar çok oyuncu üretimi ve kalkınması durdurulur ve o kadar çok kaynak ele geçirilir. Maşalara gelince… Bu güne kadar bütün maşalar vaat edilenleri elde edemediği gibi daha önceden sahip oldukları eşit hak ve özgürlüklerinden de oldular.
Bu çağın oyunu Türkiye Cumhuriyeti ve PKK kavgası. Bir ayaklanmanın amaca ulaşması için maksimum sene 5 yıldır. 30 sene zaten amacın yok olduğunun ispatıdır. Bu süre içinde izledikleri yanlış yola inanan bireyler çoktan yollarından sapmış kendi mutlu olacakları yolları çizmeye başlamışlardır. Maşa olanlar kedilerine maşa seçer hale gelmişlerdir. İlk olarak Kürt hak ve özgürlüğü yalanıyla ortaya çıkan örgütün bu günkü mensuplarının yarısından çoğu Ermeni, Rus ve Rumlar dan oluşmaktadır. Yani Kurtuluş Savaşında karşımıza çıkan ve diğer maşalar olarak adlandırabileceğimiz çeteci kadro. Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve TC nüfus cüzdanı taşıyan her birey bugüne kadar eşit haklara sahip olduğu gibi yarında eşit haklara sahip olacaktır. Ortada ki sorulacak hesap, uydurma sebepler öne çıkarılarak ekmek yenilen vatandan değil; o ekmeği maşanın elinden alan dış güçlerden sorulmalıdır.
Yıllar öncesinde tarım cenneti olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi toprakları bugün üretim kıtlığıyla karşı karşıyadır. Tarım ihracatı yapan ülkemiz dış ülkelerin buğdayına bile muhtaç hale getirilmiştir. Tarım ve hayvancılık yine dış güçlerin gerçekleştirdiği siyasi oyunlarla bu hale gelmiş, o bölgedeki iş gücü ve kazancın yok edilmesi hedeflenmiştir. Bugün yine o bölgede tarım canladırılmaya çalışılmaktadır. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından değil, iş yapma karşılığı İsrail tarafından. Yaklaşık 50 sene kadar…
Bu vatan toprakları üzerinde yaşayan herkes aklını başına toplamalı, soytarılık ve ihanet peşinde koşacağına ve biran önce Türkiye Cumhuriyetini yaklaşık 50 sene kadar İsrail topraklarından tarım yapacak seviyeye getirmeli; Orta Asya’ dan Anadolu’ ya kadar uzanan köklü tarihimizde olduğu gibi oyuncu veya maşa değil; icap ederse kurucu olmalı.

(25/05/2009)

ÖNCE KENDİ ARKAMIZI KURTARALIM

Ayşe her sabah olduğu gibi pazar günüde erkenden uyandı. Evdekilerin biraz daha uyumaları için sessiz ve hızlı bir şekilde mutfağa geçti; kahvaltıyı hazırladı. Önce kızı Sevtap’ı; sonra oğlu Kerem’i en sonunda da 35 yıllık eşi Hakan’ı uyandırdı. Bu güne kadar birbirlerinden hiç kopmamış olan aile her Pazar olduğu gibi o günde sofrada toplandı.
Hakan sert mizaçlı bir adamdı. Genellikle “hayır” kelimesini kullanır, babalık statüsünün gereği olan tavizlerden vazgeçmeyi sevmezdi. Kültürüne, dinine ve milli değerlerine sonuna kadar bağlıydı. 35 sene boyunca ne yaptıysa ailesi için yaptı; hayalini kurduğu bu günler için. Aslında bakıldığında başarılı bir resim çizmişti kendisine. Bu güne kadar bir dediğini iki etmeyen, evdeki tüm tersliklerin üstünü başarıyla, etrafa hissettirmeden örten sadık bir eş; 29 yaşında evlilik çağına gelmiş; kendi doğrularından taviz vermek istemeyen ama aklı başına bir kız evlat ve baktığında gerek düşünce yapısı gerekse değer yargılarıyla kendini gördüğü 33 yaşında bir erkek evlat.
Hakan kahvaltısını bitirdi, eline gazetesini aldı ve masadan kalktı. İçeri giderken çaktırmadan 35 sene boyunca çizdiği tabloya bir kez daha baktı; gözleriyle gülümsedi ve Allah’ına şükretti.
Sevtap, Bartu adında bir delikanlıya aşıktı. Bartu idealist ve doğrularından vazgeçmeyecek dürüst bir yapıya sahipti. Karakteri mesleğine yansımış olacaktı ki avukatlık yapıyordu. Annesi onu babasız büyütmüştü ancak bir gün bile babasızlığı hissettirmemişti. Bir anne evladına ancak bu kadar sahip çıkabilir ve bu yaşlara getirebilirdi.
Bu kadar güzel bir pazar gününde evde oturmak olmazdı. Sevtap Bartu’ yu aradı ve “dışarı çıkalım” dedi. Bartu’ nun bu teklif çok işine gelmişti çünkü bu sıradan teklif önemli tekliflere fırsat doğuracaktı. Buluştular… Sahilde biraz yürüdükten sonra Bartu “duralım artık” dedi. “Sana söylemek istediğim bir şey var”. Önce Sevtap’ın elinden tuttu, kaldırıma banka oturttu, denizin mis gibi kokusunu ciğerlerine doldurdu, son bir güçle “Yıllardır birlikteyiz ama ben bu birlikteliğin sonsuzluğa taşınmasını istiyorum. Benimle evlenir misin?” dedi. Sevtap için bu soru geç bile kalmış bir soruydu. Tereddütsüz Bartu’nun boynuna sarıldı ve “Evet” diye bağırdı. Devamlı tartışan ancak birbirlerine duydukları büyük sevgiden ötürü kopamayan bu çift bundan sonra abuk subuk sebeplerden kavga etmeyecekti. Onları daha ciddi konular ve sorunlar bekliyordu. Bir çatı altında birlikte üstesinden gelebilecekleri sorunlar…
Sevtap akşam eve geldiğinde ilk önce bu mutlu haberi annesine verdi. Annesinin yıllardır hevesle beklediği bu haber bir anda onun için acı bir habere dönüştü. “Bartu alevi değil miydi, baban bu birlikteliğe asla izin vermez; hiç boşuna istemeye gelmesinler” dedi. Gerçi bunu söylerken de Sevtap’ın doğrularından vazgeçmeyeceğinden de emindi. Bir noktadan sonra Ayşe’ nin bile hissettirmeden çözemeyeceği doğrular…
Üç gün sonra Vural ailesinin hayatına bir bıçak gibi saplanacak olan zil çaldı. Hakan kızını istemelerinin verdiği heyecan ve stresle “açın çabuk şu kapıyı” diye bağırdı mutfaktaki eşi ve kızına. Neyse ki oğlu yanındaydı da azda olsa babasına destek veriyor heyecanını bastırıyordu.
Oturdular tanışma faslına geçtiler. Her şey Hakan için olması gerektiği gibi düzgün ve tertipliydi. Ta ki o sihirli sözcük Bartu’ nun annesinin dudaklarından çıkana kadar. “Biz Aleviyiz, sizin için bir sıkıntı olur mu?” Derin bir sessizlik yaşandı. Bundan yeni haberi olan Hakan önüne baktı ve hayatında düşünmediği kadar çok seyi sadece beş dakikaya sığdırmıştı. Oğlunun sessizliği bıçak gibi kesen sözleri olmasaydı birileri onu uyandırana kadar sessizce uyuyacaktı. “Siz Alevilerin ne yapacağı belli olmaz, çoğunuz vatan hainisiniz bizde Alevilere verecek kız yok” dedi Kerem. Hakan yıllardır uyduğu uykudan uyandı, Kerem’i susturdu ve “Bu işin olması imkansız; bence bu muhabbeti sürdürmemiz de lüzumsuz olacak” dedi. Tek suçları birkaç kendini bilmez yüzünde adları kötüye çıkan namuslu aile ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Hakan o sırada kendisinin de anlam veremediği bir harekette bulundu ve “saat geç oldu sizi eve ben bırakim” dedi. Arabayla gidilen yol sessizliğin de etkisiyle uzadıkça uzadı. Eve vardıklarında Bartu “Ben kızınızı seviyorum Alevi olmamız neyi değiştirirki?” diyerek son bir hamlede bulundu ancak aldığı cevap hadi yoluna git diyen omzundaki sessiz bir el oldu.
Hakan bu şekilde eve gidemezdi. Bir yalanın içinde yaşadığı hissi onu evinden uzaklaştırıyordu ve iş yerine götürüyordu. Bu akşam yaşadığı sürpriz kızıyla ilgili yıllardır kurduğu hayalleri başına yıkmıştı. Onun kafasındaki damat kendisi ve oğlu gibi olmalıydı; en azından kendisiyle aynı mezhepten olmalıydı.
Kendisini hayatın tokadını yemiş gibi hisseden Hakan birkaç gün sonra evine dönmüştü ancak hala ailesiyle, en önemlisi kızıyla ne konuşacağını, ona nasıl davranacağını bilmiyordu. İçeri girdi, koltuğuna oturdu ve günlerden odasından çıkmayan Sevtap’ ı yanına çağırdı. Zaten en küçük problemde karşı karşıya gelen, ateşle barut misali yaşayan bu ikili için zaman durmuş, ağızlardan çıkan her kelimenin saniyelik zaman aralığı günlere dönüşmüştü. Babanın başlattığı nasihat dolu konuşma tartışmaya, tartışma kavgaya, kavga cinnete dönüştü; ta ki Hakan Sevtap’ın yüzüne tükürerek son noktayı koyana kadar. Bir yanda aslında kendi çerçevesi içinde kızı için en güzelini ve iyisini isteyen baba, bir yanda da kendi doğruları içinde kendi iyisini ve güzelini yaşamak isteyen evladı…
Aradan uzun zaman geçti. Bartu’ nun annesi de böyle bir problem üzerine yuva kurmanın kimseye bir hayır getirmeyeceği düşüncesiyle Sevtap’tan canı kadar sevdiği Bartu’dan uzak durmasını istedi. Her iki taraf ailelerinin de tasvip etmediği bu ilişki uyutuldu fakat Sevtap’la Bartu bir yandan uyurken, bir yandan da birbirlerini rüyalarında görmekten vazgeçmediler. Uzun uykularından uyandıklarında ilk söyledikleri kelime birbirlerinin isimleri oldu. Kimilerine göre büyük aşk, kimilerine göre saygı, kimilerine alışkanlık kimilerine göre ise sadece kabul ettirme hırsı olan bu ilişki Sevtap’la Bartu’ yu tekrar bir araya getirdi ve başta kendilerini ve tüm etrafındakilerin huzurunu kaçıracak olan yolda tekrar yürümeye başladılar. Gizlice ve sessizce... Bir sonraki depremin ne zaman olacağını düşünme sıkıntısıyla….
Peki kim haklı? Bir yanda birbirini seven iki kişi, diğer yanda bu ilişkiyi aradaki kültür, örf ve adet farkından ötürü desteklemeyen ve bu ilişkinin taraflar arasında sıkıntı yaratacağını düşünen her iki tarafın aile bireyleri mi? Aslında herkes haklı çünkü herkes kendi arkasını kurtarmaya çalışıyor. Sevtap’la Bartu sevgileriyle güzel bir yuva kurarlar ancak aileler arasındaki huzursuzluktan ötürü bu yuva kafesten ve huzursuz bir yalandan, bu sevgi de yılan hikayesinden öteye gitmez.
Bu hayatta önce kendi arkamızı kurtaracağız ki gözümüz arkada kalmasın.


(26/05/2009)

EN İYİ DOSTUM


Kimi bu dünyaya yakmak için kimisi de yanmak için gelir. Yananların da, yakanların da kaderi çoktan yazılmıştır. Kazanan da kaybeden de kader mahkumudur.
En iyi dostum bir kez daha benimle. Her zamankinden daha masum, daha zararsız bugünde. Onun kaderi benim dostum olmak, benim kaderim onun dostluğuna muhtaç olmak. Mutlu ve mutsuz olduğum anlarda hiç yorum yapmadan, sesini çıkarmadan hep benimle. Bu son olmalı dediğim anları tekrar tekrar bana yaşatan dostum. Aramızdaki nefret bizi her seferinde birbirimize daha da yaklaştırıyor. Bide ona sorsanız acaba benimle bu kadar içli dışlı olmak ister miydi? Sonuçta onun yeri benim yanım değil. Şu anda olması gereken yer havasını içinize çektiğinizde oksijenin başınızı döndürdüğü, baktığınızda size yemyeşil görsel ziyafet çektiren, dinlediğinizde farklı canlıların kulağınıza farklı melodiler fısıldadığı vadilerdir. Kim bu güzelliklerden koparılıp, işlenip kapalı bir kutuya mahkum edildikten sonra idam edilmek ister ki?
En iyi dostumu dudaklarımın arasına koyarak onu kaderine bir adım daha yaklaştırdım. Cehennem ateşini kullanarak ondan beni mutlu etmesini istedim. Bu güne kadar hiç karşı çıkmadığı gibi şimdide sessizliğiyle isteğimi onayladı. Acımadım, onu yaktım ve ruhunun yanan kısmını içime çektim. Halbuki insan hiç en yakın dostunun acı çekmesinden haz duyar mı? İrademe hakim olamayıp bir nefes daha çektim içime. İçin için yanan dostumun çığlıklarını dinlerken bir yandan da o anın keyfini çıkarmaya başladım. Mehtabın elinden tutup dalgaları da kucağıma aldım. Bu an benim anım.
En yakın dostum demiştim ona. Alt tarafı kibrit ateşiyle yaktım, nerden bilebilirdim ki o közün intikam ateşine dönüşeceğini? Sahte dostlarım beni çok uyarmıştı “en iyi dostum dediğin kişi gün gelir seni sırtından vurur” diye. Öyle de oldu. Çaktırmadan, sinsice… Ben ruhunu içime çekip, özgür bıraktığımı zannediyordum; oysa ki kötülüğü çiğerlerime pençeleriyle sıkıca tutunmuş; her geçen saniye beni biraz daha öldürüyormuş. Meğer dostum yandıkça kapkara ziftini aynayla ciğerlerime çiziyormuş. Ben yaktım o yandı, o yaktı ben yandım. Onun savunmasızlığından istifade eden ben, kendimi savunmasız ve zavallı bir halde buluverdim. Kendi sonumu kendim hazırlamış oldum. Artık çok geç olsa da geri kalan zamanımı bana doğruları söyledikleri için kötü olan ve bundan sonrada kötü olacak dostlarımı dinleyerek geçireceğim. Genç kıyafetimin altındaki karanlık, yaşlı, çaresiz ve geç kalmış etlerimle…

(01/06/2009)